Şekerpare

Şekerpare

Şekerpare

Tarihçesi

Hamuru hazırlandıktan sonra, ufak parçalara bölünüp, yuvarlak biçiminde ayırılan Şekerpareleri fırına koymadan önce, üstlerine tuzsuz fındık, fıstık, badem, ceviz vb. kuruyemişlerden birer adet konur.

Çeşitli yapım teknikleri olan Şekerpare’nin, değişmeyen tek özelliği şerbetli olmasıdır; bu nedenle bazı yörelerde adı “Şerbetli kurabiye” olarak da geçer. Farklı bir aroma katmak amacıyla genelde şerbetine az miktarda limon suyu, limon kabuğu rendesi ya da vanilya eklenir.

Malzemeler: – 4 yumurta sarısı – 1 paket yumuşak margarin – 125 gr. toz şeker (1 yemek kaşığı 25 gr. tekabul ediyor) – 1 limon (kabuğu hamura rendelecek.yarım limon şerbete sıkılacak) – 450 gr. un – 1 paket vanilya – 1 paket kabartmatozu – 1 kase bütün fındık içi

şerbeti için; – 400 gr. toz şeker (4 su bardağı) – 4,5 su bardağı su

Şekerpare tarifi: Önce şerbet hazırlanır. Büyük bir tencereye malzemeler koyularak, kaynamaya başladıktan sonra, orta hararetli ateşte 15 dakika kadar pişirilerek koyulaşması sağlanır. (Baklava şerbeti kadar yoğun değil.) Derin bir kapta margarin ve 125 gram şeker karıştırılır. Yumurta sarıları, limon kabuğunun rendesi eklenerek yoğurulur. 450 gram unun büyük kısmı, kabartma tozu ve vanilya eklenerek hamur tekrar yoğurulur. Kalan un eklenerek hamura iyice yedirilir. Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alınarak, yuvarlanır ve yağlanmamış tepsiye dizilir. Ortalarına bütün fındık batırılır. 200 dereceye ısıtılmış fırında hafif pembeleşinceye kadar pişirilir. Tatlının bir püf noktası da; şerbetin ılık, tatlının sıcak olmasıdır. (Şerbet tamamen soğuk veya sıcak olmamalı.) Fırından çıkan tatlılar, ılık şerbet tenceresinin içine atılarak şerbeti çekmesi sağlanır. (Şekerpareleri tencerenin içinde birer tur döndürmenizde yeterli gelebiliyor.) Tepsiye dizilen ıslak şekerparelerin üzerine kalan şerbet gezidirilir ve tepsinin üzeri kapatılır. 1 gece şerbette bekleyen tatlı ertesi gün tam kıvamında servise hazır olur.

 

Üretimi

Hamuru hazırlandıktan sonra, ufak parçalara bölünüp, yuvarlak biçiminde ayırılan Şekerpareleri fırına koymadan önce, üstlerine tuzsuz fındık, fıstık, badem, ceviz vb. kuruyemişlerden birer adet konur.

Çeşitli yapım teknikleri olan Şekerpare’nin, değişmeyen tek özelliği şerbetli olmasıdır; bu nedenle bazı yörelerde adı “Şerbetli kurabiye” olarak da geçer. Farklı bir aroma katmak amacıyla genelde şerbetine az miktarda limon suyu, limon kabuğu rendesi ya da vanilya eklenir.

Malzemeler: – 4 yumurta sarısı – 1 paket yumuşak margarin – 125 gr. toz şeker (1 yemek kaşığı 25 gr. tekabul ediyor) – 1 limon (kabuğu hamura rendelecek.yarım limon şerbete sıkılacak) – 450 gr. un – 1 paket vanilya – 1 paket kabartmatozu – 1 kase bütün fındık içi

şerbeti için; – 400 gr. toz şeker (4 su bardağı) – 4,5 su bardağı su

Şekerpare tarifi: Önce şerbet hazırlanır. Büyük bir tencereye malzemeler koyularak, kaynamaya başladıktan sonra, orta hararetli ateşte 15 dakika kadar pişirilerek koyulaşması sağlanır. (Baklava şerbeti kadar yoğun değil.) Derin bir kapta margarin ve 125 gram şeker karıştırılır. Yumurta sarıları, limon kabuğunun rendesi eklenerek yoğurulur. 450 gram unun büyük kısmı, kabartma tozu ve vanilya eklenerek hamur tekrar yoğurulur. Kalan un eklenerek hamura iyice yedirilir. Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alınarak, yuvarlanır ve yağlanmamış tepsiye dizilir. Ortalarına bütün fındık batırılır. 200 dereceye ısıtılmış fırında hafif pembeleşinceye kadar pişirilir. Tatlının bir püf noktası da; şerbetin ılık, tatlının sıcak olmasıdır. (Şerbet tamamen soğuk veya sıcak olmamalı.) Fırından çıkan tatlılar, ılık şerbet tenceresinin içine atılarak şerbeti çekmesi sağlanır. (Şekerpareleri tencerenin içinde birer tur döndürmenizde yeterli gelebiliyor.) Tepsiye dizilen ıslak şekerparelerin üzerine kalan şerbet gezidirilir ve tepsinin üzeri kapatılır. 1 gece şerbette bekleyen tatlı ertesi gün tam kıvamında servise hazır olur.

Saffet Abdullah Şekerpare

  • 250 gr x 30 paket
  • Net : 7,5 kg
  • Brüt : 8,5 kg

Muhteviyat: Buğday Unu, Bitkisel Margarin Yağ, Şeker, Yumurta, Kabartma Tozu

Saffet Abdullah Fındıklı Şekerpare

  • 250 gr x 30 paket
  • Net : 7,5 kg
  • Brüt : 8,5 kg

Muhteviyat: Buğday Unu, Bitkisel Margarin Yağ, Şeker, Yumurta, Kabartma Tozu

Mantı

Mantı

Mantı

Tarihçesi

Mantının kökeni tam olarak belli değildir. Çincedeki mantou kelimesi mantı kelimesinin kaynağı olarak gösterilse de, aynı yemeği ifade etmek için farklı Çince karakterler kullanılmıştır. Bu durum, Çinlilerin yabancı bir kelimeyi yazı sistemlerine uyarlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Buna karşın, mantou kelimesine Jin handanı (MÖ 266- MÖ 420) kayıtlarında rastlanmaktadır. Ayrıca benzer yemekler önceki dönemlerde Çin’de üretilmiş ve tüketilmiştir. Aynı yemeği tanımlayan manshou” ve zhenbing  kelimeleri önceden de kullanılmaktaydı. Mantou ilk dönemlerde etle doldurulmaktaydı.Wu Çincesinde moedeu olarak adlandırılan yemek de doldurulmuş çörek anlamına gelmektedir. Bununla beraber Mandarin ve Çincenin diğer lehçelerinde, mantou kelimesi buharda pişirilmiş çörek anlamına gelir, baozi kelimesi ise antik dönemde yapılan ve etle doldurulmuş yemeği tanımlamaktadır.

Mantı Moğol İmparatorluğu topraklarında da ortaya çıkmış olabilir. Mantının bazı türleri Çin’in kuzeybatısında yaşayan Uygurlara dayanmaktadır. Mantadan bahseden en eski kaynağın 1330’da Hu Sihui tarafından yazılmış Yinshan Zhengyao adlı eser olduğu düşünülmektedir. Hu Sihui, Yuan Hanedanı İmparatoru Buyantu Han’ın terapistiydi.

Biber sosuyla servis edilen Uygur usulü mantı

Bu yemeğin Türkler ve Moğollar tarafından Orta Asya’dan Anadolu’ya İpek Yolu boyunca taşındığı genel olarak kabul görmektedir. Holly Chase’e göre, Türk ve Moğol atlıları göçleri sırasında yanlarında donmuş veya kurutulmuş mantı taşımıştır. Türk ve Moğol birlikleri, mantıyı kamp ateşinde kolaylıkla yenebilecek duruma getirebiliyordu. Ermeni bir araştırmacıya göre, 13. yüzyılda Ermeniler ve Moğollar arasındaki kültürel etkileşim sonucunda mantı Kilikya Ermeni Krallığı’nda tüketilmeye başlamıştır.[16] Türkçe konuşan halklar, kendileriyle beraber be yemeği de Anadolu’ya getirmiştir. Anadolu’da yemeği adı mantıya dönüşmüştür. Tatarlar Kayseri şehrine yerleştiğinde, bölge mantısıyla ünlenmiştir.

Kore mutfağındaki mandu yemeğinin de 14. yüzyılda Moğollar tarafından Kore’ye getirildiği düşünülmektedir. Bununla beraber, bazı araştırmacılar mantının Orta Doğu’da ortaya çıktığını ve İpek Yolu ile beraber Çin ve Kore’ye yayıldığını düşünmektedir.

Osmanlı mutfağındaki en eski yazılı mantı tarifi 15. yüzyılda Muhammed bin Mahmud Şirvani tarafından yazılmış yemek kitabında yer almaktadır. Şirvani’nin kitabında geçen versiyonda, kuzu kıymaları ve ezilmiş nohutlar bir hamurun içine doldurulduktan sonra yemeğe tarçın ve sirke ilave edilmektedir. Sumakla süslenen yemeğin, günümüzdeki mantılar gibi sarımsaklı yoğurt sosuyla servis edildiği yazmaktadır.

İlk Türk yemek kitaplarının çoğu mantı adında bir yemekten bahsetmemektedir. İlk basılı yemek tarifi kitabı Melceüt`t Tabâhhin, 1844’te yayınlanmıştır. Bu yemek kitabında mantıya benzeyen Tatar böreğinin tarifi yer almaktadır. Tatar böreği mantıdan farklı olarak sarımsaklı yoğurtla servis edilmemektedir. Osmanlı’da İngilizce yazılmış ilk yemek kitabı ve 1880’de yayımlanmış üçüncü yemek kitabı da aynı tariften bahsetmektedir. 1880’de yazılmış başka bir yemek kitabındaki tarifte, mantı kıyma ve sarımsak yoğurtla servis edilen katmanlı bir hamur yemeği olarak geçmektedir. Bu kitapta Tatar böreğinin peynirle doldurulmuş versiyonu piruhinin tarifi de yer almaktadır.

Türkiye mutfağı

Türk mutfağında mantı, Orta Asya yemek kültürü ile kıyaslandığında farklılaştığını söyleyebiliriz. Türk mutfağında mantı yapımı, Orta Asya mutfağına kıyasla daha çok emek gerektirir.

Türk mutfağında mantı genellikle; üzerine ilave edilen salça, eritilmiş tereyağı ve yoğurt ile servis edilir. Bunun dışında baharat tercihi ise çoğunlukla nane ve sumaktır. Bölgelere göre zaman içerisinde farklılaşmıştır.

Kayseri ile özdeşleşen mantı, Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve 2009 yılında coğrafi işaret belgesi almıştır. Bölgelere göre mantı; Sinop, Boşnak, Gürcü, Sivas ve Çorum mantısı gibi farklı isimlerle anılmaktadır. Trakya usulu mantı da et suyu veya salçalı su dökülerek tepside pişirilir. Bir çeşit böreği andırır, bilindik mantıdan farkı kızarmış tepsi mantısıdır. Mantı, aynı zamanda Nevşehir’de de popülerdir.

Saffet Abdullah Mantı

  • , Baharatlar500 gr x 20 paket
  • Net : 10 kg
  • Brüt : 11 kg

Muhteviyat: Sert Buğday Unu, Yumurta, Soya, Tuz, Arıtılmış Su, Baharat

Erişte

Erişte

Erişte

Tarihçesi

4 bin yıllık geçmişe sahip olan erişte, Çin ‘de “lamien” (uzayan hamur) adıyla hayat bulmuştur.

Dünyaca ünlü Sinologlardan Antony Garnaud, Marco Polo’nun büyük Asya seyahatinden sonra batıya götürdüğü, burada pasta, makarna adını aldığını belirtirken, ipekyolu başta olmak üzere ticaret yolları ile Anadolu’ya geldiğini, Orta Asya Türklerinin etkisi olduğunu ekliyor.

Erişte ya da kesme; un, yağ ve tuz karışımı olan yufka hamurun bıçakla ince çubuk veya kare şeklinde kesilmesi sonucu elde edilen bir tür makarnadır. Kesildikten sonra oda sıcaklığında tutarak, fırında veya tavada kurutulur. Türkiye’nin bazı bölgelerinde hamura yumurta da eklenir. Süt, peynir altı suyu tozu gibi maddeler de eriştenin hamuruna katılabilir. Dünyanın birçok ülkesinde farklı çeşitlerde yapılmaktadır. Orta asya ülkelerinde “kesme” adı ile bilinir. Aynı zamanda Çin ve Orta Asya’da tüketilen lagman aşına benzerlik gösterir.

Çorbasından makarnasına kadar birçok şekilde tüketilir. Kayseri’nin Develi ilçesi hakkında yazan Ahmet Gürlek´e göre kesmeli çorba yapımında makarna pişirildikten sonra aynı suya yoğurt ve kıymalı salça ilave edilirmiş. Tuncer Baykara çalışmasında elle yenilen “beş parmak” yemeğin et parçaları ve kesme ile yapıldığını anlatıyor.

Erişte kurutulan, saklaması kolay olduğu için göçebe topluluklarının önemli bir gıdası olarak yer alıyor.

Günümüze kadar gelen erişte buğday unu, süt, yumurta, tuz katılarak hazırlanan ince kesilen bir makarnadır.

Bitkisel protein, B grubu vitamin ve karbonhidrat bakımından zengindir.

Doğal ürünlerle üretilen erişte sebzeli olarak da üretilmektedir.

Üretimi

Çorbasından makarnasına kadar birçok şekilde tüketilir. Kayseri’nin Develi ilçesi hakkında yazan Ahmet Gürlek´e göre kesmeli çorba yapımında makarna pişirildikten sonra aynı suya yoğurt ve kıymalı salça ilave edilirmiş. Tuncer Baykara çalışmasında elle yenilen “beş parmak” yemeğin et parçaları ve kesme ile yapıldığını anlatıyor.

Erişte kurutulan, saklaması kolay olduğu için göçebe topluluklarının önemli bir gıdası olarak yer alıyor.

Günümüze kadar gelen erişte buğday unu, süt, yumurta, tuz katılarak hazırlanan ince kesilen bir makarnadır.

Bitkisel protein, B grubu vitamin ve karbonhidrat bakımından zengindir.

Doğal ürünlerle üretilen erişte sebzeli olarak da üretilmektedir.

Saffet Abdullah Erişte

  • 500 gr x 20 paket
  • Net : 10 kg
  • Brüt : 11 kg

Muhteviyat: Buğday Unu, İrmik, Arıtılmış Su, Tuz, Yumurta

YYMD Envanter

YYMD Envanter

YYMD Envanter

Zaman, yaşam ve canlıya ait izler taşıyan kurumlar, insanlar gibi sosyolojik ve toplumsal varlıklardır. Sanattan, bilimden, teknolojiden yaşama dair her gelişmeden etkilenirler. YYMD çatısı altında bulunan birçok kurum gibi Saffet Abdullah ailesi de, kuruluşundan bu güne değin bu etkilere maruz kalmıştır. Bir kurumsal envanter hazırlamamız gerektiğinde sadece eski ve köklü bir kurumun kuşaklar boyu aktarılarak süregelen ticari hikâye ve faaliyetleriyle anlatılamayacak bir süreci, layığıyla nasıl izah edebiliriz diye düşündük. Anladık ki Güllacı ve Saffet Abdullah’ı, marka, şirket, karlılık vb. ifadelerle anlatmak pek mümkün değil. Saffet Abdullah’ı anlatmak, güllacı anlatmaktır. Güllacı anlatmak ise tarihin, mücadelenin, Anadolu Coğrafyasının, göçebe yaşam tarzının, kültür ve yaşamın anlatılmasıdır.

Özenle işlenmiş yüzey çizgileriyle tarihimizde, güllaç tavaları gerek konveks yapısıyla bazen kılıçtan koruyan bir kalkan, bazen ateşteki kızgın pişirme tavası, vb. mutfak ekipmanı olarak kullanılmış doğaçlama bir malzemedir. Değişik tahıl ürünlerinin öğütülerek ıslatılmasıyla elde edilen kıvamlı hamurun. Sıcak tavalara dökülmesiyle de, eski dönem beslenme kültürünün birçok temel gıdası elde edilirdi. Güllaç da bu temeldeki yemek kültürünün içinden çıkarak kuşaktan kuşağa aktarılan deneyim, içgüdü ve ortak yaşam biçiminin bir sembolü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda yerleşik düzene geçilmeyle bu kültür, özellikle devlet erkanı arasında ve saray mutfağının, mevlit düğün, ziyafet ve bayram kutlamalarında önemli bir sunum olmuştur.

Şirket tarihi kurucu Abdullah efendinin, o dönem saray mutfağının ihtiyaç duyduğu güllaç yufkalarını, Topkapı sarayında, ustası Bekir efendiyle birlikte üretmesiyle başlamıştır. Bekir efendinin kısa süre sonra vefatı neticesi Abdullah Efendi saray mutfağına üretim yapmış, arkasından sur içi Şehremini Büyük saray meydanında Un ve Nişasta değirmenini kurmuş, tepe bağında tarım yaparak oradan elde ettiği buğday ve mısırları değirmeninde işlemiştir. Bu çalışmaların devamı için Abdullah beye, eşi Haşime Hanım büyük destek vermiş farklı alanlardaki bu faaliyetlerin ve güllaç ocaklarının yapımında önemli çaba sarf etmiştir.

Kendi ürettikleri tahıl ve hammadde ile yapılan güllaçları yine aynı adreste saray dışında da üretmeye başlamıştır. Osmanlıda Saray tarafından halka verilen yemek ziyafetleri, yağmalar ve imaretlerdeki sunumlar neticesi, Güllacın giderek daha çok tanınır olması, halkın da beğenisini kazanmasıyla yoğun talep edilmeye başlaması, takriben aynı dönemlere denk gelir.

Abdullah efendi ve Haşime Hanım, diğer üç oğullarının o dönemlerde süregelen Yemen cephesi (1914) ve Çanakkale savaşlarında (1915-16) şehit olmaları nedeniyle yanlarında kalan en küçük oğulları Saffet’i yetiştirerek ustalığı öğretirler. Güllaç üretimi zordur. Temizlik ve her yönüyle itinalı bir emek ister. Güllaç ustası hamurun hazırlanmasından, tavaya dökülmesi, pişirilmesi ve sonrasında uygun ortamda kurutulmasına kadar farklı ve ortam şartlarından fevkalade etkilenen koşullarda meşakkatle çalışır. O dönem bir usta bir gün boyunca sürekli çalışarak en fazla 8-10 okka güllaç yaprağı üretebilirdi. Bu durumun ocak sayısını arttırmak, yeterli sayıda usta yetiştirilerek çözüme kavuşacağını düşünen Saffet Efendi ve bilhassa eşi Güzide Hanım, aynı ve yakın mahallelerde oturan özellikle bayan komşularına güllaç dökme ve ustalığı öğreterek mesleğin yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Kadınların iş hayatına katılması, hem aile ekonomisine olumlu katkı yapmış, hem de evin ısınma pişirme ve yemek yapma ihtiyaçları bu şekilde sağlanabilmiştir. Bu durum aslında sosyal bir dayanışmayı ve kültürel paylaşımı beraberinde geliştirmiştir. Ailelerin ve özellikle bayanların bir arada bulunmaları birlikte zaman geçirmeleri, kültürel ve toplumsal paylaşıma katılmalarını sağlayarak özellikle hafta sonlarında beraber piknik, gezi ve sportif faaliyetleri gerçekleştirmelerini teşvik etmiştir. Saffet Abdullah ailesi bu imece usulü ve anonim faaliyetlerin semtlerinde devamı için ön ayak olmuş koordine etmiş ve sadece ekonomik faaliyet değil, bir kültürel katkı görevi de üstlenmiştir.

Saffet Efendi mesleğin devamı için 3. Kuşak olan oğulları ilhan ve Yalçın Arseven ‘i yanına alarak birlikte çalışmaya başlar. Bu esnada Saffet beyin 2 kızı Leman ve Şükran hanımlar da baba ocağında çalışmakta ve ailelerine destek vermektedir. Şehremininde ki üretim dışında, Eminönü –Mısır çarşısı civarı –Tahtakale semtlerinde o yıllardaki büyük istimlak hareketleri sonucu sürekli değişen adreslerinde işlerini sürdürmeye devam ederler. Bu zorunlu istimlak hareketleri şirketin yapısında derin etkilere sebep olur, adres değişiklikleri müşterilerle ilişkide ve faaliyetlerde aksamalara sebep olsa da, şirket 1959 yılında İTO kayıtlarına “Saffet Arseven ve Ortakları “olarak geçer. Aynı misyon ve çalışma kültürünü İlhan Arseven (1932) ve eşi Mediha Arseven ile Yalçın Arseven (1934) ve eşi Müjgan Arseven birlikte sürdürmeye devam ederler. Hanımlar yine geçmiş örneklerinde olduğu gibi faaliyetleri esnasında beylerin en büyük destekçileridir. Bu yıllarda 3. Kuşağın çocukları da iş ortamının içinde olup, bizzat katkı sağlamaktadırlar. Baba ve annelerinin izinde olan 2 kardeş de semtlerinin sosyal yaşamı içinde toplu aktiviteleri teşvik etmekte ve mahalle komşularıyla beraber ailece kamyonetleriyle Florya, Şenlik köy Silivri, Kumburgaz, Selimpaşa, Belgrad ormanları, Kilyos vb. İstanbul’un değişik mekanlarına hafta sonları gezi ve piknik düzenlemeleri yapmaktadırlar. Yalçın ve İlhan beyler semtin adını taşıyan Şehremini Spor kulübü ve birlikte kurdukları “19 Mayıs Spor Kulübü” ile sportif karşılaşmalarda ve Turnuvalarda yer almaktadırlar. Şehremini semti bu sosyal ve kültürel etkinlikleri ve eski bir yerleşim birimi olması nedeniyle birçok sanatçı, sporcu ve devlet adamının yetiştiği bir semt olmuştur.

1950 yılların unutulmaz devlet adamı İstanbul Belediye Başkanlığı ve Valiliği yapmış Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Adnan Şenses, sporculardan Yılmaz Şen, Küçük Ahmet, Alpaslan Eratlı, Engin Verel, Emre Belözoğlu, Arda Turan bu kültürün havasını solumuş ve yolu bu semtten geçmiş bilindik isimlerdir.

Şirket unvanı 1969 yılında Saffet Kollektif Şti, İlhan Arseven ve Yalçın Arseven olarak tescil edilir. Saffet bey işi 2 oğluna devreder. bu tarihten sonra 3 kuşak işi devralmış olup, toplumun ve ekonomik gelişmelerin paralelinde uyum ve ayakta kalma mücadelesi verirler

İlhan ve Yalçın Arseven’in çocukları, Gürsel ve Erdal Şehremini, saray meydanı kültürünün içinde büyüyüp semtin, spor kulübünde futbol oynamak dahil birçok kültürel aktivitesinde halen aktif 4. kuşaktır. Bu jenerasyonla birlikte, “3 Nesil ve 1 Kültür “ bir arada yoğrulmaktadır. Aynı durum günümüz için 3. 4.ve 5. kuşaklar için de geçerlidir.

Güllaç yaprağı üretimi bir yılın tamamında yapılmaktadır. Fakat tüketiminin sıklıkla ramazan ayında olması, Osmanlı imparatorluğunda askerin iaşe ve ihtiyaçlarıyla yakından ilgilendiği bilinen, Fatih Sultan Mehmet tarafından özellikle ramazan dönemlerinde güllaç tatlısının sahur ve iftarlarda, sindiriminin hafifliği ve tok tutucu özelliği sonucu asker ocağı yeniçeri mutfağında yer almasını öğütlemesi neticesi olmuştur. Yılın sadece 1 ayında yoğun rağbet gören güllaç, diğer aylarda neredeyse ortadan usulca kaybolur ve bu aylarda asla bir ekonomik faaliyete konu olmaz. Üretim için yeterli nakit akışının dengesiz ve yetersiz olması, lojistik ve depolama ihtiyaçlarının artmasına ve her türlü olumsuz ekonomik gelişmeye karşı kurumu kırılgan ve zayıf kılar. Yani ekonomik açıdan, Güllaç üretimi pek de anlamlı değildir. Sabır ve mütevazilikle sürdürülmesi gerekir.

“Tavaya dökülen aslında bir hamur değil, bir tarih, bir mücadele, gelenek ve sanattır.”

“Güllaç zariftir, beyaz, sade ve mütevazidir. Kırılgan değildir. Beklemeyi ve ihtiyacınız olduğunda karşınıza çıkmayı sever.”

Güllaç beyazı hileyi, samimiyetsizliği, ona temas edenlerin niyetini hemen ortaya çıkarır. Ortamın kokusunu, nemini tüm olumsuz şartları hissettirecek kadar narin ve temizdir. Ailede Güllaç, mıcır ateşinde pişirilmeye başlanmadan evvel ocağın köşelerine “pirin hediyesi “olarak birer tutam un, şeker, tuz atılır ve işe öyle başlanır. Güllaç dualı bir tatlıdır üç ihlas, bir Fatiha ile pişer.

O yüzden Güllaç; ailedir, millettir, devlettir, gelenektir, sanattır velhasıl yaşamdır. Ve işte yine bu sebeplerden, Saffet Abdullah’ı salt, eski bir ticari kurum veya faaliyeti anlatır gibi anlatmak mümkün değildir. Güllacı ve Saffet Abdullah’ı anlatmak için onun içinden çıktığı insanları, mahalleyi, geleneksel yaşam biçimini ve toplumu anlatmak ve yaşamak gerekir.

Mütevazidir, karlılık kavramından uzaklarda, yeterlilik, sadelik ve sabır gerektirir.

 Bu yüzden, bu envanterde eski bir kurum ve objelerden çok tarihsel bir süreci ve yaşam kültürünü bulacaksınız.

Dr. Gürsel Arseven